25 Nisan 2015 Cumartesi

Kirazın Tadı

KİRAZIN TADI

Kiarüsteminin yönetmenliğinden ortaya çıkan yavaş mı yavaş, kurak mı kurak, sağa dönsen toprak sola dönsen toprak bir film Kirazın Tadı. Etik ile yasak arasında geçen bir çatışma örneği. Modern insanın varoluş sıkıntısına aradığı bir çözüm niteliğinde adeta. Bana göre keşfedilmeyi bekleyen metaforlarla dolu bir film. Bu yazıyı yazmamın sebebi ise, filmi sistematik bir şekilde çözümlemekten ziyade dikkat çekmem gerektiğini düşündüğüm noktaları aktarmakdır.

Film bir adamın (Bedii) planladığı intiharının ardından kendisini gömeceği birisini araması üzerinde döner. Döner diyorum çünkü bütün olay Tahran dışında bir şantiye bölgesinde Range Rover içinde yollarda geçiyor. Bu abimiz muhtemelen üst-orta sınıf bir Fars. Ekonomik veya sosyal bir sıkıntısı yok görünüyor. Kendisini intihara iten muhtemel sıkıntısı, Ali Şeriati'nin de vurguladığı gibi insanın mahkum olduğu ve kurtuluşunun en zor olduğu son zindan olan 'kişinin kendi zindanı'ndan ötürü hissettiği bunaltı olsa gerek. Yarı ölü kahramanımız dere tepe Range Rover'ı ile kendisini gömecek, paraya ihtiyacı olan (büyük ödül 200.000 tümen) insanları gözlemlemeye başlar. Fakat ihtiyaç duyduğu tek şey kürek tutabilen bir çift el değildir, aynı zamanda iyi bir vaazdırda. Birkaç başarısız denemesi olur. Daha sonra diyalogların yoğunlaşmaya başladığı 3 kişi çıkar ortaya. Kürt asker, Afgan ilahiyatçı, Türk tahnitçi.

YARDIR KOÇUM
Kürt asker konusunda dikkatimi çeken nokta Bedii'nin söyledikleridir. Ona hem Kürt olduğunu hem asker olduğunu, cesur olması gerektiğini, bu işi yapabilecek kapasitede olduğunu söyler. Askere tüfek verilir, öldürmesi için eğitilir. Peki öldürmek bir asker için gayet doğal iken, kendisini öldürmüş bir insanın üzerine 20 kürek toprak atmak neden bu kadar ürkütücü geldi ki bizim cesur kürdümüz tepeden aşağı yardırmaya başladı? Çünkü bu yasak! Başka bir insanı öldürmeyi kalıbına oturtmanın her türlü yolunu bulabilirsin fakat intihar toplum ve ilahi kudret tarafından lanetlenmiştir. Bunun toplum tarafından makul bir açıklaması olamaz.


Afgan İlahiyatçıyla olan muhabbete gelirsek burada dinin katı dogmalarına karşı Bedii'nin cevabı 'ulan herif harbi doğru söylüyor' dedirtecek niteliktedir. İlahiyatçı ona intiharın büyük bir günah olduğunu hatırlatması üzerine verdiği cevabı direk copy pastlıyorum efendim: -İntiharın büyük bir günah olduğunu biliyorum. Ama mutsuz olmak da büyük bir günahtır. Mutsuzken başkalarını incitirsiniz. Bu günah değil midir? Başkalarını incitmek günah değil midir? Aileni incitiyorsun, arkadaşlarını, kendini incitiyorsun. Bu bir günah değil mi? Seni incitirsem bir günah olmuyor da kendimi incitirsem mi büyük günah işliyorum?

Gelelim Türk tahnitçimize. Bu dayı görmüş geçirmiş, yaşını başını almış, belli bir olgunluğa ermiş ve Bedii'nin teklifini paraya ihtiyacı olduğundan dolayı kabul etmiş bir dayı. Aynı zamanda kendiside geçmişte intihar girişiminde bulunmuş. Bu intihar düşünceleri ne kadar birbirinden bağımsız sebeplerlede olsa Bedii'yi anlayabilecek tek insan bu muhterem dayımız. Bütün diyaloglarda baskın taraf olan kahramanımız bu sefer sahneyi dayıya bırakıyor. Öyle ki direksiyon Bedii'de olmasına rağmen aracı bile o yönlendiriyor. Bedii abimize anlattığı intihar girişimine sebep olan hikayeyi buraya aktarmıyorum. Fakat şu cümleler Bedii'ye acaba dedirtmiştir:  Tüm bunlardan vazgeçmek mi istiyorsun? Her şeyi bırakmak mı istiyorsun? Kirazların lezzetini bırakmak mı istiyorsun?


İşte bu noktada inanan insan için çelişkili bir durum var. İlahiyatçının vaazı değiştirilemez yasak üzerineydi. Bir şia olan Bedii'ninde inancına göre yapacağı işlemin sonunda Cehennem kaçınılmazdı. Fakat bundan daha caydırıcı bir ceza düşünülemezken Bedii'nin içerisinde neden en ufak bir yaprak bile kıpırdamıyordu. Kaçınılmaz cehennemin intihardan vazgeçiremediği Bedii'ye, bir kiraz veya dut nasıl 'acaba' dedirtiyordu? Bunun cevabını ben veremiyorum fakat kesin olan bir şey var ki bir avuç kirazın tadının yeri geldiğinde cehennemden daha ağır olabileceğidir.

Abimizin gölgesine bile toprak atıyorlar 
Kiarüstemi'nin mekan seçimi ise filme birebir oturmuş diyebilirim ki mekan göz alabildiğine toz toprak. Her yerde iş makinaları bir yerlere toprak atıyor. Bütün mekan ölümü, gömülmeyi hatırlatıyor. Fakat yönetmen adeta kahramanımıza bir nebzede olsa umut verebilmek adına bu çöl ortamına su serper gibi alt tabakadan fakat mutlu insanları serpiştirmiş. Kimisi savaştan kaçmış, kimisi uzaklarda olan ailesine para gönderebilmek için çöp içinde çalışıyor, kimisi çocuğu hastalık pençesinde olan insanlar bunlar. Bu zorluklalara rağmen istenmeden gelen yardımlar, hürmetler, gülümsemeler.. Ardından gelen tahnitçi dayı. Sanki hepsi Bedii'yi yaşama döndürmek adına orada bulunuyorlar. Sanki bu yokoluş lüksü olmayan insanların varlığı, kahramanımızın varoluş derdine çare olarak düşündüğü yokoluş lüksüne yumruk gibi iniyor
.
Filmin sonunda abimizin, açtığı çukura aracı ile değil de taksi ile gelmesi bende büyük ölçüde intihardan vazgeçtiği hissiyatı uyandırdı. Yaptı mı yapmadı mı belirsiz. Yönetmen bir açıklama getirmiyor. Fakat muhterem dayımızın arabada söylediği şu cümlenin inceliğini anladıysa zannetmiyorum ki yapsın.

'UZUN YOLDAN GİDELİM, TAŞLI AMA DAHA GÜZELDİR.'